İbadet Hanesi
Tipu Salman Makhdoom
Pencabi'den Çeviren
1581
Fetihpûr Sikri
Ekber Şah'ın Portekizli kraliçesi Maria, şahın kucağında, neşeli bir yakınlığın ortasında
oturuyordu. Hükümdarın gönlü kalmaktan yanaydı, lakin vazifesi onu çağırıyordu;
tüm âlimler İbadet Hanesi'nde onu beklemekteydi.
"Yeter artık, aşkım, gitmeme izin vermelisin. Bu geceyi İbadet Hanesi'nde geçirmek zorundayım." Diye mırıldandı Bâbür İmparatoru Ekber, Maria'nın yumuşak, çıplak kalçasına şefkatle elini koyarak, onu kenara itmeye çalıştı.
Maria, daha da sıkı sarılarak, şehvetli dudaklarını imparatorun
kalın, güçlü boynuna bastırdı.
Ekber, sanki boğazına bir topak tatlı kaymak konmuş gibi
hissetti.
"Hayır, Padişahım, bu gece seni
bırakmayacağım. Bugün vücudumda yakıcı bir ateş var. Bu gece ateşi mi senin
Saltanat Okyanusun'da söndüreceğim."
Ekber güldü. Böyle bir cüret ancak Avrupalı bir kadından
gelebilirdi.
"Bu gece olmaz, hayatım, bu gece iş
gecesi. Yarın kraliçem olacaksın ve ben de kulun. Ne emredersen yapacağım.
Şimdi gitmeme izin ver."
Fakat Maria'nın tutkusu bugün denetlenemezdi. Ekber'in yatmaya
odasına gelmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki.
"Hayır, Sultanım. Bugün seni kendi içimde
saklayacağım. Artık kimse seni benden söküp alamaz. Eğer bu gece yanımdan
ayrılırsan, kendimi asarım." Maria dudaklarını büzmeye, gözleri yaşarmaya
başladı.
Ekber, gönlünden onu terk etmek istemiyordu, ama ne yapabilirdi
ki? Bütün bilginler onu bekliyordu.
"Beni bu bir gecelik bağışla, güzel
kraliçem, mecburum. Padişahlık kolay bir iş değil."
"Eğer bir Padişah, bir geceyi kendi
isteğiyle Kraliçesiyle sevişerek geçiremiyorsa, o saltanat neye yarar? Cehenneme
kadar yolu var o Padişahlığın!"
Ekber yine güldü. Haklıydı. Ekber de Kraliçenin şişkin
göğüslerine ve dolgun uyluklarına hasretti ve Kraliçe ona amansızca
takılıyordu. Evlilik birleşmeleri için uzun zamandır bekliyorlardı.
"Kraliçem, yarın bütün gece seninle
kalacağım, söz veriyorum. Sadece bugün gitmeme izin ver." Ekber yarım ağızla,
son bir teşebbüste bulundu, ama Kraliçe boyun eğmedi. Bu gece susuzluğunu
padişahın özüyle gidermeye kararlıydı.
Hevesli bir avcı ve fillerle güreşmeyi seven Ekber, henüz kırkında
değildi.
Londra
Başbakan William Cecil, Whitehall
Sarayı'nın soğuk, karanlık koridorlarında ilerlerken, sarayda alınan kararları
düşünüyordu. Kraliçe onu kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu
ile ticaret meselesini konuşmak için çağırmıştı. Ağır Hint, İran ve Türk
halıları yeri kaplıyordu, lakin soğuk iliklerine dek sızıyordu.
"Kraliçe zaten Türkiye ile ticaret için
'Kumpanya Bahadur'u kurdu, geriye tartışacak ne kaldı ki?" Diye düşündü Cecil,
canı sıkılmıştı.
Koridorun tavanı yüksekti ve duvarlar tavana kadar ahşap
panellerle kaplıydı. Duvarlarda yer yer resimler asılıydı ve birkaç adımda bir
ya masa ya da heykel vardı. Belindeki kılıcın kınının hiçbir şeye çarpmamasına
özen gösterdi. Dışarıda yine kar yağmaya başlamıştı, bu yüzden deri çizmeleri
nemliydi. Çenesine ve kulaklarına uzanan beyaz yakasının ötesinden beyaz sakalı
görünüyordu. Koridorun sonundaki muhafızın yanından geçtikten sonra, bu,
Kraliçenin odasının dışında duran ikinci muhafızdı. Muhafız, Başbakana eğilerek
selam verdi ve sormadan, izahat beklemeden kapının bir kanadını araladı ve
duyurdu:
"Başbakan William Cecil teşrif
etti."
İçeriden bir hizmetkâr sesi seslendi:
"Girmesine izin verin."
Muhafız, ağır, geniş ahşap kapıyı itti. Cecil,
geniş, koyu yeşil ipek entarisini ve üzerindeki sıcak, bordo
cübbeyi toparlayarak içeri adım attı.
Büyük oda da halılarla ve ahşap panellerle
kaplıydı. Kraliçenin yatağı bir yanda, masa ve sandalye ise diğer yandaydı.
Kraliçe I. Elizabeth, şöminedeki kükreyen ateşin önündeki bir
sandalyede oturuyordu, yanında bir hizmetkâr ayakta duruyordu. Ateşi gören
Cecil'in dar, beyaz çorapları içindeki titreyen incikleri daha da üşüdü.
Uzun adımlarla yürüyerek Cecil tam ateşin yanına kadar geldi.
Sonra oradan Kraliçeye eğilerek selam vermenin zor olacağını fark etti. İki
adım geri çekildi, eğilerek selam verdi, sonra bir adım ileri atarak tek
dizinin üzerine çöktü.
Kraliçe sağ elini uzattı, Cecil de uzanıp öptü. Kraliçe,
Cecil'in parmaklarını sıkıca kavradı. Cecil, belli etmemeye çalışarak gülümsedi
ve öylece dondu kaldı. Kraliçenin kalbi hızlandı. Bu yaşında bile, Cecil gibi
heybetli bir adamın görünüşü Kraliçenin yüreğini eritirdi. Bu tür muziplikler
sarayda herkesin bildiği şeylerdi, ama herkes Kraliçenin bunu sadece kendini
eğlendirmek için yaptığını biliyordu. Başka bir şey değil. Hizmetkârının
yanında, bu, bir mesaj değil, şakacı bir eylemdi. Kraliçe muzipçe gülümsedi.
Bir iki dakika elini sıkıca tuttuktan sonra, Kraliçe elini serbest bıraktı. Evlenmemiş
kraliyet elini öpen Cecil ayağa kalktı.
Kraliçe, hizmetkâra masadaki sandalyeyi getirmesini söyledi.
Sandalye getirildi ve Kraliçe, hizmetkârın ayrılmasını isteyerek Cecil'e
oturması için işaret etti. Sandalye ateşten çok uzaktı ve Cecil hala titriyordu.
Sandalyeyi alıp ateşe yaklaştırdı ve Kraliçeye dönük oturdu.
"Evet, Kraliçem, Osmanlı İmparatorluğu
ile ticaret konusunda mı danışmak istediniz?"
"Hayır, Cecil, 'Türkiye Şirketi' için
nizamnameyi zaten imzaladım. Şimdi ticaret başlayacak, bakalım ne olacak."
"İyi gidecek, Kraliçem. Osmanlı Halifesi
de Hint ve Akdeniz'deki İspanyol ve Portekiz gemilerinden bizim kadar rahatsız.
Onlar, Hindistan'dan Avrupa'ya yapılan tüm ticarete hükmediyorlar."
"Endişelerin haklı, Cecil. Bu ikisi,
Akdeniz'i ve Avrupa'daki kara yollarını kontrol ederek zaten Osmanlı ticaretine
zarar veriyorlardı. Şimdi Vasco da Gama'nın Hint Okyanusu'na deniz yolunu
bulmasıyla mesele daha da kötüleşti. Portekizliler şimdi Hindistan'daki Goa
limanına yerleştiler, bu da Osmanlı ticaretini daha da azaltıyor. Bu yüzden
Türkiye bizimle kesinlikle işbirliği yapacaktır."
"Öyle, Kraliçem. Şimdilik Halife bana
makul görünüyor."
"Evet," dedi Kraliçe,
hacimli, koyu menekşe rengi, çiçekli entarisini düzelterek, "O akıllı görünüyor, ama benim Halifenin kendisinden çok,
Kraliçesine inancım var."
"Evet, Kraliçem. Safiye Sultan Avrupalı,
zeki ve saraydaki etkisi oldukça fazla."
'Türkiye Şirketi' nizamnamesine karar verirken tüm bu noktaları
defalarca tartışmışlardı ve Cecil bunları tekrar duyduğuna sinirleniyordu.
"Kraliçem, şimdi hangi konuyu görüşmek
istiyorsunuz?"
Kraliçe bir süre sessiz kaldı. Ateşin sarı ışığı, çok açık tenli
yüzünün solgun görünmesine neden oluyordu. Cecil, Kraliçenin zihninde büyük bir
şeyin demlenmekte olduğunu fark etti. Zekâsını keskinleştirdi ve Kraliçenin ne
gibi yeni bir plan öne süreceğini bekledi.
"Hindistan'a zeki birini göndermeni
istiyorum."
Cecil fikri anlamadı. Neden bahsediyordu? Ama hiçbir şey
söylemedi.
"Birinin kılık değiştirerek Hindistan'a
gitmesini, Bâbür İmparatoru Ekber'le görüşmesini ve onu Portekizlileri
ülkesinden kovmaya ikna etmesini istiyorum."
Cecil sessiz kaldı, ama zihni bir jiroskop gibi vızıldıyordu.
Kraliçe net düşünüyordu.
Ekber açık fikirli bir kraldı, oysa Portekizliler fanatik Cizvit
Katolikleriydi. Ekber bu noktada onlara karşı çevrilebilirdi.
Portekizliler, Hindistan'daki Goa limanında bir koloni
kurmuşlardı ve keyfi hareket ediyorlardı. Bâbürlülerden deniz üstünlükleri
sayesinde, Arap Denizi ticaretini de kontrol ediyorlardı. Eğer Hindistan ve Avrupa
arasındaki ticaret İngilizlerin eline geçerse, Ekber'e daha yüksek vergiler
öderlerdi, bu da ona büyük fayda sağlardı; İngilizlerle ittifak kurabilirdi. Şu
anda Osmanlıların hem Bâbürlülerle hem de Portekizlilerle ilişkileri kötüydü.
Eğer Hint ticareti elimize geçerse, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu arasında
ticaret köprüsü olabiliriz. Bu, her üç ülke için de faydalı olurdu.
"Majesteleri, gerçekten mükemmel bir plan
düşündünüz." Cecil, Kraliçeyi içtenlikle övdü.
"Majesteleri, aklımda genç bir adam var,
Francis Bacon. Genç bir filozof. Eğitimli ve zeki. Gönderilebilir."
"Bu, filozofların işi değil, Cecil.
Kurnaz bir diplomat gönderin."
Cecil gülümsedi.
"Kraliçem, kurnaz diplomatı onun
tercümanı olarak göndereceğim. İmparator felsefeye düşkündür ve âlimler
arasında münazaralar düzenler; bir filozof aracılığıyla ona ulaşmak daha kolay
olacaktır."
Konstantinopol
Limanı
Haliç limanı, adeta bir resim şaheseri gibi
görünüyordu; rengârenk, engin ve muhteşemdi. Yoğun bir faaliyet vardı. Pek çok
gemi, büyük ve küçük, gelip gidiyordu. İngiliz Şirketi'nin gemisi demir attı.
En büyük gemilerden biriydi. Yine de, Berkeley bu kadar çok
gemiyi, bu kadar çok milleti ve böylesine büyük bir koşuşturmayı görünce
şaşkına dönmüştü. Bu yüzden, limana gitmek üzere bota binmeden önce,
madalyalarını parlatıp saçını yeniden şekillendirerek kendisini titizlikle
tekrar hazırladı.
İp merdivene ilk adımını attığında, güneşin
sıcaklığını hissetti. Gökyüzüne baktı; Britanya'da hiç bu kadar berrak, parlak
bir mavi görmemişti. Bugün, lacivertin gerçekten ne
anlama geldiğini nihayet anladı. Merdivene ikinci ayağını koyduğunda, tepesinde
uçan deniz kuşlarının çığlıklarını duydu. Garip bir canlılık, taşkın bir hayat
hissi benliğine sızdı.
Küçük tekne limana doğru ilerlerken sallanıyor
ve bir ışık parıltısı gözüne çarpıyordu. Güneş ışınları sanki derin mavi suda
oyun oynuyordu. Bir geminin yanından geçerken, Rumen tüccarların Habeşli kölelerin yardımıyla cam eşya sandıklarını küçük
teknelere yüklediğini gördüler. Yakındaki bir gemide, Mısırlı tüccarlar da
kendi kölelerini kullanarak bez balyalarını teknelerden gemiye boşaltıyorlardı.
Gemilerden, teknelerden ve çapalarından kaçınarak, küçük tekne limana doğru
ilerlemeye devam etti.
Limana adım atan Berkeley ne yapacağı konusunda
şaşkındı. Her milletten insan vardı ve binlerce ticari mal sandığı her yere
dağılmıştı. Tam o sırada, bir Türk askeri onun yeni
olduğunu fark etti. Asker, Berkeley'e kendisini takip etmesi için işaret etti
ve şehre doğru yürümeye başladı. Berkeley ve iki subayı askeri takip etti.
Berkeley yolda, yüksek kalpaklar, uzun ceketler, çoraplar ve pantolonlarının
üzerine diz boyu çizmeler giymiş başka Türk askerleri ve subayları gördü.
Erkeklerin kıyafetleri, milliyetlerini hemen ele veriyordu. Avrupalıların uzun
ceketleri, Müslümanların cübbeleri ve Hintli ve İranlı tüccarların Kurtaları,
Dhotileri ve Şalvarları, ten renkleri görülmeden bile kökenlerini ortaya
koyuyordu.
Berkeley, refakat eden askerle iki üç kez
konuşmaya çalıştı, ama asker onu görmezden geldi. Subaylarından biri olan Black Farsça konuşuyordu ve o da denedi, ama fayda etmedi.
Berkeley, ortak dilin Türkçe olduğundan ve sıradan insanların
Farsçayı anlamayacağından şüpheleniyordu, yine de denemeye devam etti. Şansını
denemekte bir zarar yoktu.
İnsanlardan ve atlı arabalardan kaçınarak, yüksek kemerli büyük
bir binaya girdiler. Merdivenlerden yukarıda büyük bir avlu vardı, sonunda ise
devasa, kemer şeklinde bir kapı. Kapıda iki muhafız uyanık duruyordu. İçeride,
salonda iki muhafız daha duruyordu. İleride, başka bir kapının önünde iki
muhafız daha duruyordu. Bu muhafızlar onları durdurdu. Asker onlarla
fısıltılarla bir şeyler değiş tokuş etti ve bir muhafız içeri girdi.
Biraz sonra, muhafız, onlara eşlik eden askeri
içeri çağırdı. Üç İngiliz, muhafızlarla yalnız kaldı. Oturacak yer yoktu, bu
yüzden ayakta kaldılar. Yarım saat sonra, muhafız kapı aralığından dışarı
baktı, üçlüyü dikkatle süzdü ve parlak madalyalarından Berkeley'in subay
olduğunu tahmin ederek içeri girmesi için işaret etti. Berkeley subaylarına da
gelmeleri için işaret etti, ama muhafız onları durdurdu. "Farsi, Farsi," dedi Berkeley, Farsça konuşan
subayının omzuna elini koyarak. Muhafız bir dakika düşündü, anladı ve üçünün de
içeri girmesine izin verdi.
Burası çok büyük bir odaydı. Yüksek bir tavan, odayı daha da
büyük hissettiriyordu. Büyük pencereler tavana kadar uzanıyor, odayı ışıkla
dolduruyordu. İngiliz botlarının tahta zeminde çıkardığı topuk sesleri
Berkeley'i gerginleştirdi. Mavi ve yeşil renkli bir İran halısı zeminin bir bölümünü
kaplıyordu. Halının üzerinde bacaksız bir masa vardı, arkasında ise ağır bir
cübbe ve büyük bir sarık giymiş bir Türk oturuyordu. İki Türk subayı, elleri
kavuşturulmuş bir şekilde önünde saygıyla oturuyordu. Dört küçük rütbeli subay
bir yanda duruyordu.
Muhafız, ayakta duran subayları işaret ederek
o gruba katılmalarını işaret etti. Cübbeli adam onlara baktı ve Berkeley, elini
göğsüne koyarak yüksek sesle, "Selam," dedi.
Cübbeli adam, başıyla selamı kabul etti. Sonra Black Farsça
konuştu.
"Efendim, onlara Britanya Kraliçesi
tarafından nizamnamesi verilmiş 'Türkiye Şirketi'nin subayları olduğumuzu ve
ticari bir gemi getirdiğimizi söyledim."
"Öyleyse neden konuşmuyor?" diye sordu Berkeley,
gözleri cübbeli adama sabitlenmişti.
"Efendim, bu Doğu'nun adeti; acele
edenler burada aptal sayılır." Black'in gözleri de cübbeli adama
sabitlenmişti.
"Farsça anlıyor mu ki?" Berkeley,
tepkisizlikten endişelenmişti.
"Bilmiyorum, Efendim, bekleyelim."
Bir süre sonra, cübbeli adam başıyla işaret etti ve ayakta duran
subaylardan biri Black'e Farsça bir şeyler söyledi.
"Efendim, ticaret iznini
istiyorlar."
Berkeley rahat bir nefes aldı ve şirket nizamnamesini ve
Halifenin iznini ceketinin cebinden çıkardı. Onları kime vereceğini düşünürken,
Black belgeleri aldı ve konuşan ayaktaki subaya uzattı. O da, oturan
subaylardan birine verdi, o da saygıyla dizlerinin üzerine kalktı, her iki
kağıdı da açtı ve masanın üzerindeki cübbeli adamın önüne koydu. Cübbeli adam
kağıtlara bir göz attı, sonra Halifenin iznini aldı ve kırmızı mühürü
dikkatlice inceledi. Tatmin olmuş bir şekilde, kağıdı geri koydu.
Oturan subay kağıtları aldı ve ayaktaki subaya uzattı, o da
Black'e verdi ve sonra bir şeyler söyledi.
"Efendim, hoş geldiniz diyor."
"İyi," dedi Berkeley.
Kimse bir şey söylemedi ya da hareket etmedi. Berkeley
şaşırmıştı.
"Şimdi ne olacak?"
"Şimdi ayrılma izni istemeliyiz,
Efendim."
Her iki adamın gözleri de cübbeli adama sabitlenmişti.
"Ama Kraliçe ile görüşmemiz
gerekiyor."
"Bunun için saraya gitmeliyiz,
Efendim."
"Safiye Sultan'a nerede ulaşılabileceğini
onlara sorun."
Sanki toplantının üzerine asit dökülmüş gibi oldu. Herkes bir
yılanın başını dikmesi gibi Berkeley'e bakmak için kafasını kaldırdı. Üç
İngiliz subayı şaşırmıştı.
Black hızla eğildi ve Farsça olarak "Saygıdeğer Kraliçe, Saygıdeğer Kraliçe," diye
tekrarladı. Berkeley kulağına, cübbeli adama, Kraliçe I. Elizabeth'ten Safiye
Sultan'a özel bir mesaj getirdiğini söylemesini fısıldadı.
Black bunu aktarınca, cübbeli adam elini uzattı.
"Black, ona bu mesajı sadece Kraliçeye
vereceğimi, başkasına vermeyeceğimi söyle."
Black iki saniye tereddüt etti, sonra eğildi ve Britanya
Kraliçesinin, mesajın sadece Kraliçeye teslim edilmesi için özel talimat
verdiğini söyledi.
İlk kez, cübbeli adam konuştu. Farsçası akıcıydı.
"Osmanlı İmparatorluğu'nun Kraliçesi
herkesle görüşmez."
"Bir Kraliçenin mesajının diğer bir
Kraliçeye ulaşması elzemdir," dedi Black, zira saray adamının zihniyetini
anlamıştı.
"Mesajı ben Majestelerine iletebilirim,
sizler değil," dedi cübbeli adam, yüzünü çevirerek.
Black'in bu konuşmayı tercüme etmesini duyan Berkeley ayrılmaya
karar verdi. Cübbeli adamdan izin istediler ve ayrıldılar.
Topkapı Sarayı
Osmanlı Padişahı III. Murad'ın Arnavut
eşi Safiye Sultan, odasındaki salıncakta uzanmış bir şekilde
yatıyordu. Siyah tahta salıncağın üzeri kalın halılarla kaplanmış, üzerlerine
büyük yastıklar konmuştu ve Haseki Sultan nargile içiyordu. Saray erkânı ona
gizlice 'Naagan' (Kobra) diye hitap ederdi. Bir yılanın kaygan
hareketleriyle, dilediği herkesin başucuna ulaşır ve ısırdığı kimse bir daha su
bile istemezdi. Bu zehirli güzelliğin gizli adı ancak 'Kobra' olabilirdi.
Arkasında, iki cariye salıncağı her sarkacın hareketiyle nazikçe sallıyordu.
Yanlarında ise Ağa duruyordu.
Açık tenli Gazanfer Ağa, saray
hadımlarının başıydı. Uzun, ince İtalyan vücuduna dökülen cübbesi,
Sultanınkinden daha az ihtişamlı değildi, lakin o cübbeye işlenmiş hiçbir
mücevher, Ağanın gözlerinin keskin parıltısına sahip değildi. Halife, Haseki
Sultan ve Valide Sultan haricinde, İmparatorluktaki her fert onu nefesini
tutarak dinlerdi. Dahası, herkes onun belirgin çene kemiklerinin hareketinden
korkardı. Sözlerinin ağırlığı, bir Sultan fermanından hiçbir şekilde eksik
değildi.
Önündeki halının üzerinde, beyaz bir cübbe ve
yuvarlak bir başlık giymiş bir İranlı ateşperest
oturuyordu.
"Haseki Sultanım! Saygıdeğer Mobed,
İranlı ateşperestlerin ruhani babasıdır," diye takdim etti Gazanfer, Zerdüşt
rahibi.
Sultanın nargilesi gurladı.
"Sultanım, Saygıdeğer Mobed uzun
yıllardır Hindistan'da ikamet etmektedir."
Sultanın nargilesi gurladı.
"Sultanım, Saygıdeğer Mobed, büyük
Zerdüşt âlimi Destur Meherji Rana'nın talebesidir."
Sultanın nargilesi gurladı.
"Sultanım, Saygıdeğer Mobed, büyük
Destur'un yanı sıra Hint Kralı Ekber ile de görüşmektedir."
Bu sefer, Sultanın nargilesi sessiz kaldı.
Gazanfer Ağa, Safiye Sultan'ın odasından çıktığında,
karşısında bir cariye duruyordu.
"Cüretinizi takdir ettim," Gazanfer gülümsedi,
boynunu yana eğerek. Kulağındaki küpe hafifçe sallandı ve içine işlenmiş
değerli pırlanta her hareketle parladı.
"Büyük Ağa'ya nadir bir hediye sunuyorum," cariye ipek bir kese
uzattı ona doğru.
Gazanfer hareket etmedi.
Cariye büyüleyici bir hareketle keseyi açtı;
içinde bir guguk kuşu yumurtası büyüklüğünde bir yakut yatıyordu.
Gazanfer bir an yakuta baktı. Taşın değerli olduğuna kanaat
getirince, bakışlarını cariyeye çevirdi. Hiçbir şey söylemedi.
"Bir İngiliz subay, Sultanla görüşme
talep ediyor."
Gazanfer’in gülümsemesi silindi.
"Britanya Kraliçesi'nden bir mektup
taşıyor,"
diye ekledi cariye aceleyle, sesi gerginlik belli ediyordu.
Gazanfer, cariyenin elindeki parlayan taşa tekrar baktı, sonra
tekrar ona döndü.
"Bu İngiliz subay, Büyük Ağa'ya bir mesaj
göndermiş; ona bizzat hediye sunmak için Ağa ile görüşmek istiyormuş."
Gazanfer, yakutu cariyenin elinden aldı ve oradan ayrıldı.
Cariye telaşla arkasından koştu.
"Büyük Ağa!"
"Gelecek ay," dedi Gazanfer
arkasına dönmeden ve gözden kayboldu.
Cariye durdu, elini göğsüne koydu ve uzun bir
nefes aldı. Korsajına sakladığı altın paralar iyi kazanılmıştı. "Artık Ağa ile görüşme için iki kat altın para talep edeceğim,"
diye düşündü ve gülümsedi.
Goa
Kutsal Peder "Rodolfo Acquaviva,"
yavaşça pazara doğru yürüyordu. Sokağı çevreleyen hindistan cevizi ağaçlarının
sallanan gölgesi, Portekizli rahibi memnun ediyordu.
Bir tarafta liman uzanıyordu. Gemiler geliyor veya ayrılıyordu.
Bazılarının yelkenleri açılmış, bazılarının kapalıydı. Bazılarından ticari
mallar boşaltılıyor, diğerlerine yükleniyordu. Küçük tekneler, gemiler ile
liman arasında kargo ve insan taşıyordu. Bazı öküz arabaları, sandık dolusu
mallarla pazara doğru ilerliyor, diğerleri ise gemilere yüklenmek üzere
geliyordu. Peder Rodolfo, Arap Denizi boyunca göz alabildiğine gemilerin
göründüğü limana baktı. Bir gemi İran'dan gelmiş, diğeri ise Mısır'a yelken
açmaya hazırdı.
Bir rüzgâr esintisi, Peder'in burun
deliklerine bir kokular fırtınası getirdi. Zerdeçal, tarçın, karabiber,
tuz, barut, ıslak tahta, taze balık, deniz suyu ve sayısız diğer kokular
birleşerek burun deliklerinde bir parfümler pazarı yarattı. Berrak, parlak
güneş altında, vücudu canlanmış, eriyor ve genişliyor gibi hissediyordu.
Güneşin sıcaklığı onu canlandırdı. Yavaş yavaş, önündeki manzara canlanmış gibi
göründü.
Koyu tenli bir Habeşli sepetini açıyor,
yılan oynatma gösterisi yapıyordu. Bir yanda, bir sihirbaz ağzından ateş
püskürtüyordu. Diğer yanda, bir Arap ve bir İranlı bir anlaşma üzerine tartışıyorlardı. Yakında, uzun
ceketli Yahudi tüccarlar bir satıcıdan mal satın alıyor ve hemen
başkasına satıyorlardı. Bir noktada, cübbeli Arap tüccarlar hurma
satarak dolaşıyordu. Her milletten insan mevcuttu: Habeşli köleler, Hintliler,
İranlılar, Türkler, Özbekler, Ermeniler, Arnavutlar, Macarlar, Fransızlar,
İtalyanlar, Araplar, Yunanlar, Yemenliler, Kürtler, Mısırlılar ve sayısız diğer
ülkeden tüccarlar her yere dağılmıştı. Bazıları mallarını boşaltıyor, diğerleri
depoluyor, bazıları anlaşmalar yapıyor, diğerleri ise şehre götürmek üzere
arabalara sandıklar yüklüyorlardı. Sandık yığınları ve araba sıraları
bekliyordu.
Büyük gemiler uzağa doğru uzanıyordu. Uzun yelkenleri, ticari
sandık yığınlarını ve her renk ve kökenden insanları gören Peder, Tanrı'ya övgü
dolu bir dua etti.
Peder, bu parlak günün güzel manzarasına son
bir kez baktı ve pazara döndü. Pazarı her zaman sevmişti. Buraya gelmek,
Peder'e yaşamın varlığını ve bununla birlikte dünyadaki her ırkı Hristiyanlığa dönüştürme arzusunu hissettiriyordu. Hatta
bundan daha çok, kâfir Protestan İngilizleri Cizvit Katolikliğine dönüştürme
arzusunu.
Goa pazarı da renkli bir dünyaydı. Bir
dükkânda Gujarati tüccarlar tül balyaları sergiliyor, yan kapıda ise
Ermeni tüccarlar mavi desenli Çin porselenleri
satıyorlardı. Bir Arap tüccar hurmalarıyla oturmuş, bir Pencaplı tüccarla anlaşma yapmaya çalışıyordu. Karşıda, bir
Bijapurlu tüccar ipek sariler satıyor ve bir Fransız tüccar fiyatı düşürmek için pazarlık yapıyordu.
Arada, yöresel kadınlar rengârenk sarileri içinde, taze sebze ve balık
sepetlerini sergileyerek bağırıyorlardı. Orada, bir Yahudi baba ve oğul
değerli taşlarıyla oturuyorlardı. İleride ise, zerdeçal, tarçın, karabiber,
karanfil, günnük, şeker, tuz ve daha nice baharatlarla yığılmış, Fransız, İtalyan, Portekizli, Ermeni, Arnavut, Türk ve daha
pek çok milletten müşteri kaynayan baharat dükkânları vardı. En büyük kalabalık
indigo dükkânlarındaydı. Taze balık ve sebzelerin yüksek
sesli kokuları, şimdi baharatların güçlü kokularıyla gölgeleniyordu. Her ırktan
insan, cübbeler, kurtalar, ceketler, sarıklar, takkeler, pantolonlar, üstler,
şalvarlar ve dhotiler giymiş olarak görülebiliyordu.
Pazarı geçerek Peder, Genel
Vali Sarayı'na doğru döndü.
Şimdi güzergâh, büyük kubbeli kiliseler ve yüksek tavanlı, geniş
verandalı havadar evlerle çevriliydi. Hepsi Portekiz tarzında inşa edilmişti,
ancak Goa'nın sıcak, nemli iklimine uygun olarak yüksek tavanlar ve büyük
pencerelerle yapılmıştı.
"Dom Francisco Mascarenhas" Goa'daki yeni
Portekiz Genel Valisiydi. Peder Rodolfo, onun ofisine girdi.
Çok büyük bir odaydı. Zemin ahşaptı ve ahşap tavandan üç büyük
avize sarkıyordu. Duvarlara Portekiz ve İspanyol kraliyetlerinin insan
boyutunda portreleri ve Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya'daki Portekiz
kolonilerinin dev haritaları asılmıştı. Çoğu eşya hurma kahvesi rengindeydi,
yine de tavana kadar uzanan pencerelerden süzülen parlak güneş, odayı
aydınlatıyordu.
Merkezi avizenin altında büyük bir masa ve görkemli bir sandalye
duruyordu. Genel Vali, uzun bir ceket, uzun çizmeler, pantolon ve devekuşu
tüyüyle süslenmiş bir şapka giymiş olarak orada oturuyordu. Peder, onun
karşısına oturdu. Genel Vali eliyle işaret etti ve diğer herkes dışarı çıktı.
"Peder, İmparator Ekber'in İbadet
Hanesi'ne ne zaman gidiyorsunuz?"
"İki hafta içinde yola çıkacağım."
"İmparatorla bir görüşme alacağınızdan
emin misiniz?"
"Şeyh Ebû'l-Fazl'dan özel bir mesaj
geldi. İmparator'un iki ay sonra bir toplantı düzenlemesi planlanıyor. Allah
nasip ederse, bir görüşme kesinlikle gerçekleşecektir."
"Peder, İmparator'u herhangi bir yolla Hristiyanlığa
dönüştürebilir misiniz?"
"Evladım, ben Tanrı'nın bana verdiği
görevi yapıyorum. Eğer O'nun iradesi buysa, İmparator mutlaka hakikati
bulacaktır."
Genel Vali çok kurnaz bir diplomattı. Peder'in muğlak cevabından
hayal kırıklığına uğramıştı. Ancak, Peder'in bir rahip olmasının yanı sıra,
aynı zamanda büyük bir bilgin ve diplomasi sanatının ustası olduğunu biliyordu.
"Peder, İmparator'un İslam'a karşı asi
olduğunu ve başka bir dine geçmek istediğini duydum?"
"İmparator İslam'a karşı asi değil; Müslüman
âlimlere karşı asi."
"Ve bu, onu İslam'ın kendisine karşı asi
yapacak şekilde genişletilebilir mi?"
"Biliyorsunuz ki İmparator gerçekten
okuryazar değil, ama cahil de değil. Doğru ve yanlış konusunda keskin bir
sezgisi var."
"Peder, siz Hristiyanlığın hakikatinin
parlayan bir örneği ve onun doğruluğunu kanıtlayan tartışmaların uzmanısınız.
İmparator'u ikna edebileceğinizden eminim."
Peder sessiz kaldı. Genel Vali, Peder'in kendisi konuşana kadar
bir cevap bekledi.
"İmparator Ekber kesinlikle aydınlanmış,
ama aynı zamanda uyanık. Eğer Dokuz Mücevheri'nden biri açık fikirli İslam
âlimi Ebû'l-Fazl ise, diğeri de fanatik Molla Abdülkadir Bedâûnî'dir."
"Peder, o aydınlanmış, kendi inancına
karşı asi ve yeni bir din benimsemek için diğer dinlerin rahipleri ve
bilginleriyle istişare ediyor. Hristiyanlığın diğer dinlere kıyasla doğru
olduğunu kanıtlayamaz mısınız?"
"Sayın Genel Vali, arz ettiğim gibi,
İmparator Müslümanlara karşı asi, inanca karşı değil."
"Peder, duydum ki eğer İmparator herhangi
bir dine ikna olmazsa, kendi dinini kuracakmış."
"Öyle duyuluyor."
"Peder, bu durumda, her dinden insan ona
karşı çıkmaz mı?"
"Burası Hindistan, Genel Vali, Portekiz
değil. Burada yönetim dine dayanırsa, dindarlar kendi aralarında savaşır;
yönetim dine dayanmazsa, herkes Krala sadık kalır. İmparator bunu
anlıyor."
"Ve Peder, o zaman İmparator'u neye
yönlendiriyorsunuz?"
"İngilizler Konstantinopol'e ulaştılar ve
bir sonraki adımları Hindistan'a ayak basmak. İngilizler bizi Bedâûnî'ye
bağlamadan önce, ona Hristiyanlığın Ebû'l-Fazl'ları olduğumuzu ikna
edeceğim." Peder bunu söylerken yüzünden bir tiksinti ifadesi geçti.
Genel Vali güldü.
"Peder, bu, gündüzü geceye çevirmek gibi!
Kral size nasıl inanacak?"
"İngilizler zeki, ama açık fikirli değil.
Daha kısa bir süre önce, Parlamentoları cadıları yakalamak ve idam etmek için
bir yasa çıkardı. Bunun, sözde açık fikirlilikleriyle nasıl uzlaşacağını
göreceğim." Peder zehirli bir gülümsemeyle söyledi ve devam etti. "Ayrıca, bizim kızımız Maria, Kralın Kraliçesi, saygıdeğer
Genel Vali. Onunla görüşeceğim. Bize büyük hizmet edebilir."
Genel Vali'nin gözleri parladı.
Fetihpûr Sikri
Francis Bacon, Fetihpûr Sikri'ye vardığında, güneş
altından koyu turuncuya dönmüştü.
Bacon'ın kalbi sızladı. Tepeden baktığı
noktadan, tüm şehir derin bir bordo İran halısı gibi
görünüyordu. Şehirdeki her büyük bina kırmızı taştan yapılmıştı ve batan
güneşin kırmızı ışığında kor gibi parlayan bir taş türü gibi görünüyordu.
Şaşkınlığını gören, ona eşlik eden tercüman
çeşitli binaları işaret etti. Panch Mahal'ı
gördüğünde, ayakları sanki dondu kaldı. Böylesine güzel, beş katlı bir
yapı—sanki Binbir Gece Masalları dünyasına girmiş gibi hissetti.
Tercüman ona buranın kraliyet kadınlarının sarayı olduğunu ve üst katlarından
her zaman kuvvetli bir rüzgâr esecek şekilde tasarlandığını söylediğinde,
hayran kaldı.
Şehirden geçerken, Bacon her şeye hayran kaldı. Binaların
yanından geçerken, taşlara oyulmuş narin işçiliğe hayranlık duydu. Geniş,
cetvelle çizilmiş gibi düz yolları görünce, Hint bilgisinin, becerisinin ve
sanatının ihtişamı onu boğdu.
Cuma Mescidi'ni (Büyük Cami) gördüğünde gözleri faltaşı gibi
açıldı. Kubbesinin salt büyüklüğü karşısında hayrete düştü. Cuma Mescidi'nin
hemen arkasında Ebû'l-Fazl'ın evi vardı. Önünde büyük bir veranda vardı.
Dışarıdaki muhafızlar amaçlarını sordular, içeri haber verdiler ve izin alınca
girmeleri için işaret ettiler.
İçeride büyük bir salon vardı. Bacon, odanın
tavanındaki, sütunlarındaki ve zeminindeki ince işçilikte sergilenen
zanaatkârlığa ve yüksek zevke sessizce hayran kaldı. Kısa bir süre sonra Ebû'l-Fazl geldi. Yemen özelliklerine sahip bir Rajasthanlı: orta boylu, hafif sakallıydı. Ağır bir Rajasthan sarığı ve açık turuncu bir cübbe üzerine yeşil
ipek şal giymişti. Bacon selam vermek için eğildi. Ebû'l-Fazl da eğildi ve "Allah Ekber" (Tanrı Büyüktür) dedi.
Tercüman onu, Doğu'nun bilgisini aramak için
gelmiş İngiliz filozof olarak tanıttı.
"Sizi bekliyordum. Ben de Hindistan
tarihi yazıyorum. Sizinle sohbet ederek öğrenme fırsatım olacak."
"Saygıdeğer Ebû'l-Fazl, ne diyorsunuz?
Sizin gibi bir âlimi görmek bile büyük bir şans ve bana bir görüşme onurunu
bahşettiniz."
"Bu sizin cömertliğiniz, Bay Bacon.
Donanmanız ve Osmanlı İmparatorluğu ile ticaret ilişkileriniz hakkında
duydum."
Bacon sarsıldı. Hintliler sandığı kadar dünyadan kopuk
değillerdi.
"Saygıdeğer Ebû'l-Fazl, bunlar
hükümdarların meseleleri; ben onlar hakkında pek bir şey bilmiyorum. Ben sadece
mütevazı bir öğrenciyim."
"Çok iyi. Hangi ülkenin tarihini
yazıyorsunuz?"
"Avrupa'nın büyük güçlerinin tarihini
okudum. Ve bunu yaparken, halkımızın Doğu'nun tarihi hakkında pek bir şey
bilmediğini fark ettim. Bu yüzden buraya, büyük Hindistan ülkesinin tarihini
aramaya geldim. Sonra sizin gibi bir âlimin Hindistan tarihini yazdığını
öğrendim, bu yüzden sizin Hint tarihinizi tercüme etmeyi düşündüm. Hint
tarihinizin bir kopyasıyla onurlandırılırsam, bu benim için büyük bir şans
olur."
"Bu iyi. Tarih henüz tamamlanmadı, ama
yazılmış olanın bir kopyasını size vermekten memnuniyet duyarım. Ancak, bu
tarih İmparator'un emriyle yazıldığı için, İmparator'un izni olmadan mümkün
olmayacaktır."
"Saygıdeğer Ebû'l-Fazl, İmparator'un size
izin vereceğinden eminim. Hint İmparatoru'nun bilgili ve aydınlanmış bir
hükümdar olduğunu duydum. Böyle bir hükümdara sahip olmak bir ülkenin
şansıdır."
Ebû'l-Fazl bunu duymaktan memnun oldu. "Sizin de aydınlanmış bir âlim olmanıza sevindim. Bu
günlerde, İmparator İbadet Hanesi'nde felsefe ve dinler üzerine tartışmalar
düzenliyor. Böyle bir toplantıya katılmanız için ayarlama yapmaya
çalışacağım."
"Eğer bu gerçekleşirse, kendimi dünyanın
en şanslı insanı sayarım. Bu muazzam bir onur olur."
"Çok iyi, gelin, size tarih kitabımı
göstereyim."
İbadet Hanesi
İbadet Hanesi'nin görkemli yapısı, yeni ay gecesinin karanlığında, kandillerin yumuşak
ışığıyla aydınlanmış, havada yüzüyor gibiydi.
Merdivenlerin dibinde bir kapı vardı. Ön tarafta, kubbenin
altında, Kral'ın oturduğu dairesel platform vardı, etrafında her biri bir
basamak daha alçak iki platform daha vardı. En alttaki platform tercümanlara ve
öğrencilere ayrılmıştı ve oldukça hareketliydi. Orta platform ise âlimler
içindi.
Kral'ın platformunun sağında, ilk yer Ebû'l-Fazl'a ayrılmıştı, boştu. Onun yanında Ebû'l-Fazl'ın şair kardeşi Feyzî oturuyordu. Feyzî'nin
yanında, uzun beyaz sakalı ve toplanmış uzun beyaz cübbesi, başında beyaz
yuvarlak takkesi, belinde kuşağı ve buğday renginde şalıyla Zerdüşt âlimi Destur Meherji Rana oturuyordu. Kral'ın platformuna dönük
ise Hindu rahip Puruşottam Das oturuyordu. Üzerine kırmızımsı
renkte bir şal örtülmüş bir dhoti giymişti ve kafası ile yüzü, arkasındaki tepe
topuzu hariç tıraş edilmişti. Yanında ise Budist keşiş Açarya
Siddhartha oturuyordu. Sarı bir kumaşa sarınmış, başı, yüzü ve hatta
kaşları bile tıraş edilmişti. Kral'ın platformunun solunda, uzun beyaz sakalı,
siyah cübbesi ve küçük yuvarlak takkesiyle Yahudi Haham Yitzhak
oturuyordu. Onunla birlikte, siyah cübbe ve uzun bir başlık giymiş Peder Rodolfo oturuyordu. Yanında ise beyaz sakallı ve
sarıklı Molla Abdülkadir Bedâûnî oturuyordu.
Yatsı namazı vaktiydi, ama herkes hala Kral'ı
bekliyordu. Tercümanlar en alt platformda mevcuttu, ama kimse kimseyle
konuşmuyordu.
Tam o sırada Ebû'l-Fazl geldi. Girişi
üzerine herkes tetiklendi, ama kimse ayağa kalkmadı. Bacon ve tercümanını en
alt platforma oturttuktan sonra, orta platformdaki yerine yaklaştı ve oturmadan
önce elini kalbine koyarak herkesi selamladı. "Allah Ekber."
Kimse konuşmadı, sadece başlarıyla onayladılar. Herkes,
Ebû'l-Fazl geldiğine göre, İmparator'un yakında geleceğini anladı. Kısa bir
süre sonra, Kral'ın gelişi duyuruldu. Herkes ayağa kalktı. Kral, en üstteki
kraliyet platformunun arkasındaki odadan göründü. Kral oturduğunda, tüm âlimler
de oturdu. Ebû'l-Fazl dizlerinin üzerine kalktı ve konuşmaya başladı.
"İmparator'un talihi yüksek olsun. Bugün,
İmparator'un emri uyarınca, dünkü tartışmaya devam edeceğiz..."
Kral elini kaldırdı. Ebû'l-Fazl hemen sustu ve geri oturdu.
"Uzun günlerdir sohbet ediyoruz ve
hepinizin çeşitli konulardaki hikmetini ve bilgisini dinledim. Ama bugün, tüm
âlimlerin bana tek bir cümleyle söylemesini istiyorum: İnancınıza göre Tanrı ve
İnsan arasındaki ilişki nedir?"
Bu yeni değildi. Kral, bazen mutlu, bazen hayal kırıklığıyla,
devam eden bir tartışmayı aniden bitirip yeni bir tane başlatırdı.
Herkes düşüncelerini düzenlemeye başladı.
Sonra Bedâûnî konuştu.
"Dünya İmparatoru, İslam'a göre Tanrı ve
İnsan arasındaki ilişki Hükümdar ve Hükmedilen (Hâkim ve Mahkûm) ilişkisidir.
Tanrı'nın işi emretmek, İnsan'ın işi ise emre itaat etmektir."
Ekber dikkatle dinledi, sonra Bedâûnî'nin
konuştuğunu görünce yüzünde zehirli bir gülümseme beliren Ebû'l-Fazl'a baktı.
Kısa bir süre sonra, Yahudi Haham konuştu.
"İmparator, Yahudiliğe göre Tanrı ve
İnsan arasındaki ilişki bir Ahit'tir. 'Yahve' bizimle, eğer O'nun yasasına
uyarsak, bizi İsrail'in yönetimi ve lütuflarıyla kutsayacağına dair bir ahit
yaptı."
Ekber başını eğdi, sözleri düşündü. Sonra âlimlere baktı.
Şimdi Peder konuştu.
"Hindustan İmparatoru, Hristiyanlıkta
Tanrı ve İnsan arasındaki ilişki büyük bir Aşk ilişkisidir. Tanrı İnsanı
Cennete koydu, ama İnsan bir hata yaptı ve cezalandırıldı. Sonra, seven Tanrı
yeryüzüne indi ve İnsan için öngörülen cezayı çekerek, hatasını bağışladı.
İnsan'ın görevi Tanrısını sevmektir."
Ekber tekrar Ebû'l-Fazl'a baktı ve
başını salladı.
Şimdi rahip Puruşottam konuştu.
"Hinduizmde, Tanrı ve İnsan arasında
hiçbir fark yoktur. Her insan Tanrı'nın bir şeklidir; görevi kendi içindeki
Tanrıyı tanımaktır."
Bunun üzerine Ekber, "Vay canına!"
diye bağırdı. Aynı anda, Ebû'l-Fazl da coşkuyla, "Allah Ekber" diye ilan etti.
Bedâûnî'nin yüzüne bir tiksinti ifadesi yayıldı.
Bu sefer Açarya konuştu.
"İmparator, Budizmde Tanrı yoktur. İnsan,
karmasının meyvesini alır. Eğer biri bunu sindiremiyorsa, bu ilkenin Tanrı
olduğunu anlasın."
Ekber uzun süre Açarya'ya baktı. Sonra Destur'a doğru baktı.
Destur konuştu.
"Tanrı ve İnsan arasındaki ilişki
Yoldaşlar ilişkisidir. İnsan kendi adına iyiyi ve kötüyü kararlaştırabilir.
Tanrı Ahura Mazda'yı desteklemek ya da kötü işler aracılığıyla kötü ruh
Ehriman'ın yoldaşı olmak, İnsan'ın seçimidir."
Ekber uzun bir nefes aldı.
Âlimlerin tercümanlarının Farsça ve diğer
dillerde topluluğa aktardığı ve Bacon'ın tercümanının kulağına İngilizceye
çevirdiği bu derin felsefeleri dinlerken, Bacon'ın zihninde bir anafor başladı. Bu kadar derin felsefeler daha önce ne
duymuş ne de okumuştu. Tanrı ve İnsan arasındaki ilişki Hükümdar
ve Hükmedilen, Aşk, Ahit, Yoldaş, Aynı Varlığın Farklı Biçimleri ve Yasa. Bunlar insanlar mı yoksa derin bilgi okyanusları mı?
Bacon'ın zihni bu fikirleri özümsemekte zorlandı. Bu ilişkilerin
her birine dayanarak, Tanrı'nın karakteri de değişiyor. Hindistan'daki insanlar
Tanrı'nın varlığı ve doğası hakkında ne kadar derinlemesine, ne kadar özgürce
ve ne kadar farklı düşünüyor!
Ve biz orada, Avrupa'da, cadıları bulmak ve öldürmek için
yasalar çıkarıyoruz!
"Bu ülke bilgide bizden asırlarca
ileride. Burada öğrenecek sayısız fırsat bulacağım," diye düşündü Bacon ve
Ebû'l-Fazl'dan bu âlimlerle görüşmelerini ayarlamasını istemeyi planlamaya
başladı.
Tüm bu açıklamalar bittiğinde, Ebû'l-Fazl dikkat kesildi,
Kral'ın şimdi aklındaki her ne varsa onu ortaya çıkarmak için kendisiyle bir
tartışma başlatacağını varsayarak. Ama Ekber hiçbir şey söylemedi.
Bir an geçti ve Ebû'l-Fazl
huzursuzlanmaya başladı.
Nihayet, Ekber konuştu.
"Herkesin sözlerini dikkatle dinledim.
Hepsi mükemmel, ama şaşırtıcı olan şu ki, eğer Tanrı bir ise, neden her dinle
ilişkisi farklıdır? Bu konular üzerine bir süre yalnız kalıp düşünmek
istiyorum. Yarın akşam tekrar buluşacağız."
Bunu söyleyerek Kral ayağa kalktı. Diğer
herkes de onunla birlikte ayağa kalktı. Kral, Ebû'l-Fazl'a onu takip
etmesi için işaret etti ve arka kapıdan çıktı. Ebû'l-Fazl hızla onu takip etti.
"İmparator bu geceki toplantıdan keyif
aldı,"
diye lafa girdi Ebû'l-Fazl, Ekber'in ruh halini anlamaya çalışarak.
Ekber gülümsedi. "Evet, Ebû'l-Fazl, sözler
her zamanki gibi harikaydı."
"Öyleyse, İmparator yalnız kalıp düşünmek
istediği kadar çok özel mi buldu bu geceki sözleri?" diye sordu Ebû'l-Fazl
şaşkınlıkla.
Ekber işaret etti ve onu çevreleyen yirmi beş muhafız on adım
geriye çekildi.
"Ebû'l-Fazl, bu geceyi Kraliçe Maria'nın
kollarında geçirmek istiyorum. Sen âlimleri idare et. Yarın başka bir şey
konuşuruz."
Ebû'l-Fazl iki an sessiz kaldı.
"Öyleyse, İmparator bu tartışmaları
yüzeysel mi buluyor?"
Ekber gülümsedi. "Hayır, Ebû'l-Fazl, bunlar
harika sözlerdi. Ben her zaman bu âlimlerin sözleri üzerine düşünürüm. Ama ben
bir Müslüman olarak doğdum ve bir Müslüman olarak öleceğim."
"O halde, Dünya İmparatoru, bu
toplantıların amacı nedir?"
"Ebû'l-Fazl, sen akıllısın. Ben bir
Kral'ım, Molla ya da Pandit değil. Ben tebaamı yönetmek zorundayım, onları
Cennete teslim etmek değil. Ama insanlar bunu anlamıyor. Eğer sadece bir
Müslüman kalırsam, herkesin Kralı olamam. Gerçekte, herhangi bir tek dinin
takipçisi kalırsam, tüm tebaamın Kralı olamam."
"Öyleyse, İmparator kendisini inançsız mı
ilan etmeyi düşünüyor?" diye sordu Ebû'l-Fazl endişeyle.
"Hayır, Ebû'l-Fazl, bu yararsız
olur."
Ebû'l-Fazl sessiz kaldı, anlayamadı.
Gökyüzündeki yıldızlara bakarak Ekber, "Bu nedenle, herkesi şaşkın tutacağım. Herkes, benim ya kendi
dinlerine eğilimli olduğuma ya da eğilimli olabileceğimme inanmaya devam
edecek. Dolayısıyla, hepsi beni kendi dinlerine dönüştürme umuduyla meşgul
kalacaklar."
Ebû'l-Fazl içgüdüsel olarak öne çıktı ve
eğilerek Ekber'in elini öptü. "Dünya İmparatoru'nun
hikmeti ve anlayışı, evrendeki tüm kitapları ve bilgileri aşar."
"Yeter, Ebû'l-Fazl, şimdi gitmeme izin
ver. Kalbim Kraliçe'nin kucaklaşmasını özlüyor." Ekber şakacı bir
şekilde söyledi ve saraya doğru yürüdü.
No comments:
Post a Comment